DAYANIKLILIK
Dayanıklılık olarak çevrilebileek olan resilience kavramı
bir sistemin ister birey düzeyinde, ister bir ekosistem, ister bir
kent isterse tüm ekonomi düzeyinde olsun, değişim ve şoklarla nasıl
başa çıkabildiğine ilişkin kapasitesidir.
Dayanıklılık bu anlamda insanların içinde
bulundukları ve parçası oldukları sosyoekolojik sistemlerde finansal
krizlerden iklim değişikliğine farklı anlamlardaki şok, stres ve
değişimlerle başa çıkarken girdikleri yenilenme ve yaratıcı düşünme
döngüsüne işaret eder.
Kavram ilk olarak 60’ların sonu 70’lerin başında
ekoloji çalışmalarında avcı/yırtıcı türlerle av nüfusları arasındaki ilişki
incelenirken Ekolojik Kararlılık Teorisi’ne cevaben ortaya çıkmıştır.
Ekolojist C.S. Holling 1973 tarihli ekolojik
dayanıklılık ve kararlılık konusundaki makalesinde doğal sistemlerin birden
fazla kararlı fazı olduğu ve bu fazlar arası geçişkenliğin mümkün olduğunu
belirtmiştir.
Holling’e göre doğal sistemlerin dalgalı
ekolojik süreçlere ve tekil olaylara (örneğin çevresel şok) cevabı mekansal ve
zamansal olarak çeşitlilik gösterir.
Dolayısıyla etkiye maruz kalan sistemler farklı
mekan ve zamanlarda farklı tepkiler göstererek kararlı faza dönebilirler.
Dayanıklılık kavramına ilginin 1960’lardan
bugüne hızla büyümesi ve kavramın farklı konu ve disiplinlerle kullanmaya
başlanması 1967’den 2007’ye kadar konu
üzerine yaklaşık 1600 akademik makale yayınlanmasında da görülebilir.
1999 yılında kurulan Dayanıklılık İttifakı
isimli bilimsel araştırma ağı, kavramın daha çok yayılmasına ön ayak olmuş
ve konu üzerine ilk akademik konferans 2008 yılında Stockholm’de düzenlendi.
Konferansa paralel olarak konu üzerine dünyadaki en
yetkin kurum olan Stockholm Resilience Center, Stockholm Üniversitesi ve Beijer
International Institute of Ecological Economics işbirliğinde yine aynı kentte
kurulmuştur.
Dayanıklılık kavramı temelinde insan-doğa
ikilemini reddederek insanın parçası olduğu dinamik sosyoekolojik
sistemlerin bütüncül olarak incelenmesi gerektiğini savunur.
Dolayısıyla bu kavram küreselleşmeyle
mesafelerin gittikçe daha da kısaldığı dünyamızda insan etkisine maruz kalmayan
bir ekosistem olmadığı gibi, ekosistem hizmetlerinden faydalanmayan insan
topluluğu da bulunmadığı fikrinden hareket eder.
Esas problem, hızla kentleşen dünyamızda doğal
süreçlerden koptuğumuzu zannederek ekonomilerimizin ve toplumlarımızın aslında
gezegenin temel parametreleriyle derinden ilişkili olduğunu unutmamızdır.
Dayanıklılık bu anlamda insan-doğa ilişkisini birbiri
içerisinde etkileşen, birbirine uyum
sağlayan ve birbirinden etkilenen bir ilişki olarak ele alır.
Dolayısıyla tüm insan faaliyetleri gibi hava, su ve
toprak değişikliklerinden etkilenirken, bu gezegensel sistemler de insan
faaliyetleriyle etkileşim içerisinde değişir ve dönüşür.
İnsanlığın özellikle sanayi devriminden beri
gezegenin biyo-jeokimyasal döngülerini artan bir hızda etkilediği, Büyük
İvmelenme adı verilen II. Dünya Savaşı sonrası süreçte bu etkilerin geri
döndürülemez hale geldiği biliniyor.
Dayanıklılık yaklaşımı işte bu noktada insanlığın
biyosfer üzerindeki etkilerinin sürdürülemez olduğu bilgisi
ışığında gezegensel sınırlar yaklaşımını da geliştirdi.
Dolayısıyla dayanıklılık beklenmedik döngü,
kırılma ve sosyoekolojik olayların hız ve etkisinin arttığı günümüzde
insanların bu sınırlar içerisinde yaşayabilmesi için çaba gösteriyor.
Bu kavrama dair kimi eleştiriler ise siyasi ve
iktisadi eşitsizliklere gereken ilgiyi göstermeden insan-doğa ilişkisini özcü
bir yaklaşımla incelemesi şeklinde ortaya çıkıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder