2 Kasım 2022 Çarşamba

 DAYANIKLILIK

 

Dayanıklılık olarak çevrilebileek olan resilience kavramı bir sistemin ister birey düzeyinde, ister bir ekosistem, ister bir kent isterse tüm ekonomi düzeyinde olsun, değişim ve şoklarla nasıl başa çıkabildiğine ilişkin kapasitesidir.

 Dayanıklılık bu anlamda insanların içinde bulundukları ve parçası oldukları sosyoekolojik sistemlerde finansal krizlerden iklim değişikliğine farklı anlamlardaki şok, stres ve değişimlerle başa çıkarken girdikleri yenilenme ve yaratıcı düşünme döngüsüne işaret eder.

 Kavram ilk olarak 60’ların sonu 70’lerin başında ekoloji çalışmalarında avcı/yırtıcı türlerle av nüfusları arasındaki ilişki incelenirken Ekolojik Kararlılık Teorisi’ne cevaben ortaya çıkmıştır.

Ekolojist C.S. Holling 1973 tarihli ekolojik dayanıklılık ve kararlılık konusundaki makalesinde doğal sistemlerin birden fazla kararlı fazı olduğu ve bu fazlar arası geçişkenliğin mümkün olduğunu belirtmiştir.

 Holling’e göre doğal sistemlerin dalgalı ekolojik süreçlere ve tekil olaylara (örneğin çevresel şok) cevabı mekansal ve zamansal olarak çeşitlilik gösterir.

 Dolayısıyla etkiye maruz kalan sistemler farklı mekan ve zamanlarda farklı tepkiler göstererek kararlı faza dönebilirler.

 Dayanıklılık kavramına ilginin 1960’lardan bugüne hızla büyümesi ve kavramın farklı konu ve disiplinlerle kullanmaya başlanması  1967’den 2007’ye kadar konu üzerine yaklaşık 1600 akademik makale yayınlanmasında da görülebilir.

 1999 yılında kurulan Dayanıklılık İttifakı isimli bilimsel araştırma ağı, kavramın daha çok yayılmasına ön ayak olmuş ve konu üzerine ilk akademik konferans 2008 yılında Stockholm’de düzenlendi.

Konferansa paralel olarak konu üzerine dünyadaki en yetkin kurum olan Stockholm Resilience Center, Stockholm Üniversitesi ve Beijer International Institute of Ecological Economics işbirliğinde yine aynı kentte kurulmuştur.

 Dayanıklılık kavramı temelinde insan-doğa ikilemini reddederek insanın parçası olduğu dinamik sosyoekolojik sistemlerin bütüncül olarak incelenmesi gerektiğini savunur.

 Dolayısıyla bu kavram küreselleşmeyle mesafelerin gittikçe daha da kısaldığı dünyamızda insan etkisine maruz kalmayan bir ekosistem olmadığı gibi, ekosistem hizmetlerinden faydalanmayan insan topluluğu da bulunmadığı fikrinden hareket eder.

 Esas problem, hızla kentleşen dünyamızda doğal süreçlerden koptuğumuzu zannederek ekonomilerimizin ve toplumlarımızın aslında gezegenin temel parametreleriyle derinden ilişkili olduğunu unutmamızdır.

Dayanıklılık bu anlamda insan-doğa ilişkisini birbiri içerisinde etkileşen,  birbirine uyum sağlayan ve birbirinden etkilenen bir ilişki olarak ele alır.

Dolayısıyla tüm insan faaliyetleri gibi hava, su ve toprak değişikliklerinden etkilenirken, bu gezegensel sistemler de insan faaliyetleriyle etkileşim içerisinde değişir ve dönüşür.

 İnsanlığın özellikle sanayi devriminden beri gezegenin biyo-jeokimyasal döngülerini artan bir hızda etkilediği, Büyük İvmelenme adı verilen II. Dünya Savaşı sonrası süreçte bu etkilerin geri döndürülemez hale geldiği biliniyor.

Dayanıklılık yaklaşımı işte bu noktada insanlığın biyosfer üzerindeki etkilerinin sürdürülemez olduğu bilgisi ışığında gezegensel sınırlar yaklaşımını da geliştirdi.

 Dolayısıyla dayanıklılık beklenmedik döngü, kırılma ve sosyoekolojik olayların hız ve etkisinin arttığı günümüzde insanların bu sınırlar içerisinde yaşayabilmesi için çaba gösteriyor.

 

Bu kavrama dair kimi eleştiriler ise siyasi ve iktisadi eşitsizliklere gereken ilgiyi göstermeden insan-doğa ilişkisini özcü bir yaklaşımla incelemesi şeklinde ortaya çıkıyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

  DİJİTAL DÖNÜŞÜM   Dijital dönüşüm, toplumsal ve sektörel ihtiyaçlara dijital teknolojilerin entegrasyonuyla çözüm bulmanın ve buna bağ...