1 Aralık 2022 Perşembe

 SÜRDÜRÜLEBİLİR ULAŞIM

 

Ulaşım modern toplumun hem ekonomik hem de sosyal faaliyetlerinin devamlılığı için en kilit unsurlardan biri olarak karşımıza çıkıyor.

 Öte yandan, yolcu ve yük taşımacılığındaki artışla beraber sektör kaynaklı riskler her geçen gün daha da görünür oluyor.

 Bugün itibariyle enerji kaynaklı seragazı emisyonlarının %23’ü ulaşımdan kaynaklanıyor ve sektörün emisyonlardaki payı hızla artıyor.

 Trafik sıkışıklığının neden olduğu maliyetlerin milli gelire oranı Avrupa’da %2, Pekin, Sao Paolo ve Lima gibi bazı şehirlerde ise milli gelirin %10’undan daha yüksek.

 Yoksul kesimlerin ulaşım hizmetlerine erişimi ise oldukça kısıtlı.

 Sürdürülebilir ulaşım, basit anlamıyla kirlilik, trafik sıkışıklığı ve enerji tüketiminin asgari düzeyde tutulduğu, çevreye duyarlı bir ulaşım planlamasının hayata geçirilmesi olarak tanımlanıyor.

 Bununla beraber, ulaşım ve sürdürülebilirlik arasındaki ilişki sadece ulaşım hizmetlerinin çevresel ve sosyal etkilerine indirgenmiyor, bu ilişkinin çok yönlü yapısına da eğiliyor.

 Günümüzde 1 milyara yakın insanın ulaşım ağlarına yeterli erişiminin olmaması, erişim şansına sahip olmayan toplulukların sosyal ve ekonomik ağların dışında kalmasına, sosyal eşitsizliklerin derinleşmesine neden oluyor.

 Bu olgudan hareketle, Birleşmiş Milletler “sürdürülebilir ulaşım”ı insanların ve malların hareketliliği için gerekli hizmetlerin, bu neslin ve gelecek nesillerin ekonomik ve sosyal gelişmişlik düzeyini ileri taşıyacak, güvenli, etkin, erişilebilir, düşük maliyetli, karbon ve diğer emisyonlar ile çevresel etkilerin asgariye indirildiği bir şekilde sağlanması olarak tanımlıyor.

 

Ulaşım, tek başına bir amaç değil, insanların ihtiyaç duydukları işlere, pazarlara, sosyal etkileşime, eğitime ve daha bir çok ihtiyaçlarına erişmesini sağlayan bir araç niteliğindedir.

 Dolayısıyla, sürdürülebilir ulaşım anlayışı, Türkiye’de büyük şehirlerde motorlu taşıtlarla kişisel ulaşım veya artırılmış trafik seyir hızı gibi kavramlardan ziyade, insanı ve insanın yaşam kalitesini odağa alan, güvenlik ve sosyal eşitliğe önem veren “ulaşım sayesinde erişim”  prensibine dayanıyor.

 Birleşmiş Milletler, yoksulluğu ortadan kaldırma hedefi başta olmak üzere Sürdürülebilir Kalkınma Hedeflerine ulaşılması için ulaştırma sektörünün kritik bir öneme sahip olduğunun altını çiziyor.

Sürdürülebilir ulaşımın 17 Sürdürülebilir Kalkınma Hedefi’nden yedisini destekleyeceği öngörülüyor.

Ulaşım, taşıma ve lojistik gibi iş ve hizmetlerin çevresel etkilerinin azaltılması ve etkinliklerinin artırılmasını amaçlayan girişimlerin sayısı her geçen gün artıyor.

 Akaryakıt olarak biyoyakıt kullanımı, araç tasarımlarında iyileştirmeler, akıllı ulaşım sistemleri, ekonomik sürüş eğitimleri, bisiklet yolları, hibrid/elektrikli araçlar ile vergi ve teşvik sistemleri gibi politika ve uygulama araçları, bu kapsamda giderek daha yaygın uygulama alanı buluyor.

 Ulaşım altyapısı on yıllar boyunca kullanılabilen temel yatırımlardan biridir.

 Dolayısıyla merkezi ve yerel yönetimler tarafından alınan  altyapı yatırım kararlarının etkileri nesiller boyunca devam ediyor.

 Birleşmiş Milletler, ulaşım sektöründe sürdürülebilirliğin sağlanması için yapısal bir dönüşüm gerektiğinin altını çiziyor.

 Söz konusu dönüşüm için tekil çözümlerden ziyade, şehir planlaması, hareketlilik yönetimi, yakıt ikamesi, araç verimliliği ve “çekici” toplu taşıma sistemlerini de içeren iddialı ve koordineli bir planlama anlayışı gerekiyor.

 

BM’ye göre sürdürülebilir ulaşım uygulamaları ile yol güvenliğini artırıp hava kirliliğini azaltarak yüzbinlerce hayatı kurtarmak, karbon emisyonlarını 7 gigaton seviyesine düşürmek mümkün.

 BM’nin hesabına göre, bu dönüşüm için gerekli olan toplam yatırım tutarı 2 trilyon ABD Doları.

Bu yatırım sonucunda sağlanacak tasarrufun ise 2050 yılına kadar 70 trilyonu bulacağı öngörülüyor.

 Benzer faydayı yerel ölçekte de görmek mümkün.

 Bogota’da bisiklet yollarının yapım ve bakımı ile eğitim faaliyetleri için 10 yıllık bir dönemde toplam 178 milyon ABD Doları tutarında bir yatırım yapıldığı, araç kullanımının azalması ile yol yatırım maliyetleri, trafik sıkışıklığı, hava kirliliği, yol güvenliği ile otomobil ve otobüslerin işletme giderlerinden sağlanan tasarrufun aynı 10 yıllık dönemde 1,3 milyar ABD Doları’na eriştiği hesaplanıyor.

 AKILLI ŞEBEKELER

 

Akıllı şebeke terimi elektrik arz talep ve iletim yönetimini optimize etmek amacıyla gelişmiş bir yazılım ve iletişim ağı altyapısı ile sofistike uzaktan algılama ve izleme teknolojilerine sahip olan entegre elektrik sistemlerini tanımlamak için kullanılır.

 Bu sistemler, tüketicinin talebi ile üreticinin arzı arasındaki dengenin iki yönlü haberleşme ile sürekli izlenmesi ve kontrol edilmesini mümkün kılar.

  Elektrik sisteminin verimlilik, etkinlik ve esnekliğinin artırılması için iletişim, bilgi yönetimi teknolojileri ile kontrol teknolojilerinin kullanımı, akıllı şebekelerin ayırt edici özelliği olarak öne çıkıyor.

 Akıllı şebekeler, genel kanının aksine tüm şebekenin yeniden inşa edilmesi anlamına gelmiyor.

 Elektrik güç sisteminin işletimi ve mevcut varlıklara yeni nesil teknolojilerin yardımı ile yapılan iyileştirmeler, akıllı şebeke yatırımlarını tanımlamak için daha uygun oluyorlar.

 Akıllı şebekeleri destekleyici teknolojiler elektrik üretim tesisinden eve kadar farklı ölçeklerde uygulanabiliyor.

 Evinizde bulunan “akıllı” bir beyaz eşya, değişken bir tarife altında elektrik fiyatlarındaki dalgalanmalara paralel olarak otomatik açılıp kapanabilirken, iletim ya da dağıtım sistemindeki akıllı bir trafo, elektrik kesintisine neden olabilecek bir sıcaklık artışını arızaya mahal vermeden önce şebeke operatörüne bildirerek arızanın önlenmesini sağlayabilir.

 Enerji verimliliğinin ve sistem güvenilirliğinin geliştirilmesi, akıllı şebekelerin başlıca faydaları arasında yer alıyor.

 Akıllı şebekeler elektrik arzı ve talebinin gerçek zamanlı koşullara cevap verme kapasitesinin iyileştirilmesi ile güneş, rüzgar gibi kesintili yenilenebilir enerji kaynaklarından üretilecek büyük miktarda elektriğin sisteme entegrasyonu için önemli rol oynuyor.

 Uluslararası Enerji Ajansı, akıllı şebekelerin gelişiminin enerji güvenliği, ekonomik gelişme ve iklim değişikliği hedefleri açısından kritik öneme sahip olduğunun altını çiziyor.

 Akıllı şebeke teknolojileri (akıllı sayaçlar, iletim sistemlerinde iyileştirmeler

vb.) konusunda küresel piyasada hızlı bir büyüme söz konusu.

 2010-2015 yılları arasında piyasa üç katına erişirken, yıllık yatırımlar ise beş yıl zarfında iki katını aşıp, 81 milyar ABD Doları’ndan 187 milyar ABD Doları’na yükseldi.

 Uluslararası Yenilenebilir Enerji Ajansı da, gelişmekte olan ülkelerin akıllı şebeke altyapılarını kurmak konusunda önemli bir fırsata sahip olduğunu, bu ülkelerin eski teknolojilere uğramadan doğrudan akıllı şebeke sistemlerine yatırım yapmalarının mümkün olduğunun altını çiziyor.

  İklim değişikliğiyle mücadelenin başarılı olması için fosil yakıtlara olan bağımlılığın kırılması, elektrik sektörü başta olmak üzere enerji üretiminde enerji verimliliği ve yenilenebilir kaynaklara dayalı üretimin payında kayda değer artışların olması gerektiği tüm taraflarca kabul ediliyor.

 Bu gereklilik, akıllı şebekelerin yaygınlaşmasını zorunlu kılıyor.

 Bununla beraber, tüm altyapı yatırımlarında olduğu gibi, akıllı şebekelere ilişkin yatırım kararları da detaylı ekonomik analizler gerektiriyor.

 Akıllı şebekelere ilişkin fayda-maliyet analizlerine göre dünyanın pek çok bölgesinde akıllı şebeke uygulamaları önemli fırsatlar sunuyor.

2014 tarihli bir Avrupa Komisyonu raporuna göre, akıllı sayaçlar tesisindeki ortalama maliyet 200-250 Euro arasında değişirken, elektrikte akıllı sayaç uygulaması sonucunda sayaç başına 309 Euro tasarruf etmek, elektrik tüketiminde de ortalama %3 oranında düşüş sağlamak mümkün.

 

 Hindistan’da yapılan bir çalışma ise bir bölgede 1 milyon abonenin sayaçlarının akıllı sayaçlar ile yenilenmesi durumunda yatırımın geri dönüş süresinin sadece 4,2 yıl olacağını ortaya koyuyor.

 AKILLI ŞEHİRLER

 

Akıllı şehirler kentsel gelişme vizyonunun bilişim ve nesnelerin interneti gibi dijital teknolojilerle birleştirilerek ulaşım, sağlık, eğitim, altyapı, belediye süreçleri gibi kentsel hizmet ve ürünlere entegre edildiği, vatandaşların kullanım süreçlerine olduğu kadar karar alma süreçlerine de katılımının sağlandığı yeni kentsel gelişim yaklaşımına verilen isimdir.

 Bu yaklaşım kentsel planlamada enerji tüketiminden toplu taşımaya, park ve bahçelerde su kullanımından atık toplamaya kadar çeşitli kentsel hizmetlerin veri temelli ve uzaktan idare edilebilir olmasına önem verir.

 Bu anlamda şehirdeki altyapı ihtiyaçlarının, su-enerji talebinin, aydınlatma ihtiyaçlarının gerçek zamanlı olarak takip edilip, bunlara uygun politika ve uygulamaların geliştirilmesi de akıllı şehirlerin temel unsurlarıdır.

 Akıllı şehir yaklaşımıyla ilgili kesin ve net bir çerçeve olmamakla birlikte pek çok farklı yaklaşımın üzerinde uzlaştığı nokta kentsel gelişimin pek çok göstergeyle ölçülmesi gerektiğidir.

 Bu anlamda, örneğin Viyana Teknik Üniversitesi’nde yürütülen SMART-CITIES Projesinin geliştirdiği akıllı şehir modeli

6 temel alan, 27 başlık ve 90 gösterge altında inceleniyor:

 1) Akıllı ekonomi (yaratıcı ruh, girişimcilik, şehir imajı, üretkenlik, işgücü piyasası, uluslararası entegrasyon)

 2) Akıllı ulaşım (yerel ulaşım sistemi, uluslararası erişilebilirlik bilişim teknolojileri altyapısı, ulaşım sisteminin sürdürülebilirliği)

 3) Akıllı yönetişim (siyasi bilinç, kamusal ve sosyal hizmetler, verimli ve şeffaf idare)

 4) Akıllı yaşam (kültürel ve boş zaman faaliyetleri, sağlık koşulları, bireysel güvenlik, konut kalitesi, eğitim kurumları, turistik çekicilik, sosyal bütünleşme)

 5) Akıllı çevre (hava kalitesi, ekolojik duyarlılık  ve sürdürülebilir kaynak yönetimi)

6) Akıllı insanlar (eğitim, yaşam boyu öğrenme, etnik çeşitlilik, açık fikirlilik).

 Bu çalışmada 27 AB ülkesi ile Norveç ve İsviçre’deki 1600 şehirden 77 tanesi seçilmiş, orta-küçük ölçekli (100.000-500.000 nüfus) ve büyük ölçekli (300.000-1.000.000 nüfus) şehirler için karşılaştırmalı analizler gerçekleştirilmiştir.

 Akıllı şehir yaklaşımı, çeşitli eleştirileri de beraberinde getirmektedir.

 Bu şehirler ‘yaratıcı sınıf’ olarak bilinen eğitimli, mobil, orta sınıf beyaz yakalılar ve bilişim sektörü profesyonellerini çekmekle birlikte, soylulaştırılmış mahalleler, yerel/yerli toplulukların ve yoksul grupların dışlandığı kentsel alanların, mahallelerin oluşmasına da sebep olabilir.

 DIŞSALLIKLAR

 

Dışsallıklar üreticilerin/firmaların üretim faaliyetleri ya da tüketicilerin tüketim faaliyetleri sırasında oluşan ve bu faaliyet ile doğrudan hiç bir bağı olmayan üçüncü kişileri olumlu ya da olumsuz olarak etkileyen durumlara verilen isimdir.

 Örneğin arıcılık yapan bir üreticinin arılarının yakınlarda bulunan bir elma bahçesindeki ağaçların tozlaşmasına katkıda bulunması dolayısıyla üretim miktarını artırması pozitif bir dışsallıktır.

 Elma bahçesinin sahibi aslında arıların yaptığı hizmet için kovan sahibine bir ücret ödemez.

 Kovan sahibinin de amacı zaten elma bahçesinin üretimine katkıda bulunmak değildir.

 Fakat yukarıdaki örnekte sunulan olumlu senaryoyla ne yazık ki gerçek hayatta sıklıkla karşılaşmayız.

Dışsallıklar dendiğinde akla genelde negatif dışsallıklar gelir.

Bunlar kimi durumlarda, tüketim faaliyeti sonucu oluşabilirken, genelde bir üreticinin/firmanın üretimi sırasında ortaya çıkan çevreye veya diğer insanlara karşı zararlı etkilerin maliyetini (ya da diğer bir deyişle sosyal maliyetini) üretim maliyeti içine katmaması nedeniyle de gerçekleşebilir.

 Örneğin üretimi sonucunda açığa çıkan atık suları, filtreleme maliyetinden kaçınarak hemen yanı başındaki göle deşarj eden bir fabrika, çevreyi kirletmesinin sonucunda oluşan maliyeti tamamen toplumun üzerine (daha özelinde ise gölü kullananlara) yıkar.

 Üreticiler üretim maliyetinin bir kısmını üçüncü kişilere veya genel olarak topluma mal ederek maliyeti düşürür veya doğal kaynakların normal şartlar altında edinebileceklerinden daha büyük bir kısmını kendi zimmetlerine geçirir.

 

 Buna ek olarak, üreticiler bütün üretim maliyetlerini ödemediği için tüketiciler de ürünleri daha düşük fiyata alabilirler.

 Benzer bir şekilde, atıkların bertaraf edilmesi zararlı etkiler gözetilmeden yapıldığında daha ucuzdur.

 Dışsallıkları firma-birey ekseninde düşünebileceğimiz gibi, gelişmiş devletler – gelişmekte olan devletler ekseninde de düşünmek mümkündür.

Örneğin iklim değişikliğini, gelişmiş ülkelerin şimdiye kadar üretimleri sırasında ortaya çıkardıkları sera gazları nedeniyle meydana gelmiş ve maliyetinin büyük kısmını bu konuyla ilgisi bulunmayan yoksul ve gelişmekte olan ülkelerin üstlenmek zorunda kaldığı bir dışsallık olarak tanımlamak mümkündür.

 Bu türden çevresel maliyetler ile ilgili dışsallıklara dair ilk analizler 1920’lerde Cambridge’li ekonomist Arthur C. Pigou tarafından yapılmıştır.

Dışsallığın, sosyal maliyet (bir ekonomik faaliyetin veya bir mal üretiminin topluma doğurmuş olduğu maliyet veya yüklemiş olduğu külfet) olarak kabul edilebilmesi için iki özelliğe sahip olması gerekir:

 (1) Ondan kaçınmak mümkün olmalıdır ve

 (2) üretim faaliyetinin bir parçası olmalı ve üçüncü partilere ya da genel olarak topluma mal edilebilmelidir.

 Örneğin, çevresel kirliliğin temelinde üretim faaliyetleri yatmaktadır;

 bundan dolayı insan yapımı ve kaçınılabilirdir ve bu dışsallıkları çeşitli mekanizmalar ile içselleştirebilmek mümkündür.

Dışsallıkları (ya da çevresel sürdürülebilirlik özelinde sosyal maliyetleri) içselleştirmenin, yani maliyetlere dahil etmenin çeşitli yöntemleri vardır.

 Örneğin üreticilere üretimleri karşılığında bir vergi koyarak (Pigou vergisi)  bir bakıma çevreyi kirletmelerinin maliyetini hesaba katmaları ve üretim miktarlarını buna göre ayarlamalarını sağlamak mümkündür.

  Ya da kontrol mevzuatları ile firmaların doğaya zarar vermeyen, örneğin atık su arıtma filtresi gibi belirli teknolojileri kullanmaları zorunlu kılınabilir.

  Bu iki örnekte de içselleştirme devlet eliyle yapılır.

 Bunun dışında, karbon ticareti örneğinde de olduğu gibi piyasa mekanizmaları kullanılarak da içselleştirme yapılabilir.

 Buna göre devlet doğanın kendini yenileme kapasitesini gözeterek belirli miktarda toplam kirletme hakkı ya da emisyon izni belirler ve bu izinleri firmalara ücretli veya ücretsiz olarak dağıtır.

  Daha sonra firmalar birbirleri arasında bu izinleri alıp satarak üretimlerini gerçekleştirirler ve sonuç olarak toplam kirletme miktarı ilk belirlenen toplam kirletme izni kadar olur.

 Her ne kadar teoride gerçekleşmesi mümkün görünse de, bu mekanizmaya karşı özellikle doğayı metalaştırdığı yönünde çok fazla eleştiri ve tartışma vardır.

 ADAPTASYON

 

Bilim kamuoyu insan faaliyetlerinin iklim sisteminde önemli değişikliklere yol açtığını, insan kaynaklı iklim değişikliğinin ise gerek doğal gerekse beşeri sistemler açısından riskler barındırdığı konusunda geniş bir mutabakata varmış durumda.

 Sıcaklık yükselişi ile kasırga, sel, kuraklık gibi aşırı hava olaylarındaki artış benzeri unsurlar atmosferdeki seragazı seviyelerindeki yükselişin iklim sistemi üzerinde yarattığı baskı sonucunda ortaya çıkan değişiklikler olarak tanımlanıyor.

 “İklim değişikliğinin etkileri” terimi ise, söz konusu aşırı hava ve iklim olaylarının türlerin yaşam alanlarında yarattığı değişim sonucunda yer değiştirmek zorunda kalmaları, kuraklık sonucunda tarımsal üretimin azalması gibi doğal ve beşeri sistemler üzerindeki etkilerini ifade etmek için kullanılıyor.

Adaptasyon (İklim değişikliğine uyum), iklim sistemindeki güncel ve beklenen değişikliklere ayak uydurma süreçlerini ve alınan önlemleri tarif ediyor.

  İklim bilimi, seragazı emisyonlarında keskin bir düşüş sağlansa bile iklim değişikliğinin kaçınılmaz etkileriyle karşı karşıya kalmaya uzun bir süre devam edeceğimize işaret ediyor.

 Bu bağlamda, iklim değişikliğinin olumsuz etkilerine uyum sağlamanın hem hâlihazırda hem de gelecekte karşılaşılması beklenen etkilere yanıt verilebilmesi açısından büyük önem taşıdığı ortaya konuluyor.

 Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli, iklim değişikliğinin ekosistemlere ve türlere yönelik olumsuz etkilerinin giderek artacağını, buğday, mısır ve pirinç gibi temel tarım ürünlerinin üretiminde düşüşe neden olacağını, gıda güvenliği açısından riskler barındırdığını, özellikle yarı kurak ve kurak bölgelerde yerüstü ve yeraltı su kaynaklarında azalmaya yol açacağını, halk sağlığını olumsuz etkileyeceğini ve ekonomik büyümeyi yavaşlatacağını belirtiyor.

 Söz konusu etkilerin düşük gelirli ülkeler ve topluluklar tarafından çok daha yoğun bir şekilde hissedileceği de öngörülüyor.

 İklim değişikliğine uyum stratejilerinin oluşturulup eylemlerin hayata geçirilmesi, bu etkilerin en aza indirilmesi için hayati önem taşıyor.

 İklim değişikliğiyle mücadelede uyum ve mitigasyon (emisyon azaltımı ve yutak kapasitesinin geliştirilmesi), birbirlerine bağlı iki bileşen olarak değerlendiriliyor.

 Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli, emisyon azaltımı hedeflerine ulaşılmasının uyum çabalarının başarısını artıracağının altını çiziyor.

  Paris İklim Anlaşması’nda ise bugün itibariyle iklim değişikliğine uyuma ihtiyacın yüksek bir seviyede olduğu, emisyon azaltımının desteklenmesiyle ek uyum çabalarına olan ihtiyacın ve dolayısıyla uyuma ilişkin politika ve önlemlerin maliyetinin azalacağı ortaya koyuluyor.

 İklim değişikliğiyle mücadele üzerine yapılan maliyet analizlerinde, iklim değişikliğine uyum için doğacak maliyetlerin de  göz önüne alınması gerekiyor.

 Türkiye, dünyada iklim değişikliğinden en çok etkilenmesi beklenen bölgelerden birisi olan Akdeniz Havzası’nda yer alıyor.

 Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli, Akdeniz Havzası’nda genel sıcaklık artışının 1°-2°C’ye ulaşacağını, kuraklığın geniş bölgelerde hissedileceğini ve özellikle iç kesimlerde sıcak hava dalgalarının ve aşırı sıcak günlerin sayısının artacağını öngörüyor.

 Türkiye’de ise yıllık ortalama sıcaklıklarda 2,5°-4°C düzeyinde artış görüleceği, ülkenin yakın gelecekte daha sıcak, daha kurak ve yağışlar açısından daha belirsiz bir iklim yapısına sahip olacağı ortaya koyuluyor.

 Türkiye’nin iklim değişikliğine uyuma dair ana politikalarına, İklim Değişikliği Uyum Stratejisi ve Eylem Planı’nda (2011–2023) yer veriliyor.

 Buna göre, su kaynakları yönetimi, tarım ve gıda güvencesi, ekosistem hizmetleri, biyolojik çeşitlilik ve ormancılık, doğal afet risk yönetimi ve insan sağlığı başlıca etkilenecek alanlar olarak tanımlanıyor,  bu alanlarda öncelikli hedefler ve eylemler tanımlanıyor.

Bununla beraber, iklim değişikliğiyle uyum konusunda Türkiye’nin BM İklim Değişikliğiyle Mücadele Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC) Sekretaryası’na sunduğu ulusal katkı beyanında ise iklim değişikliğine uyum konusunda herhangi bir hedef ya da eylemin yer almaması dikkat çekiyor.

 KAYNAKLARIN VERİMLİLİĞİ 

 

Kaynak verimliliği gezegenin kısıtlı kaynaklarının sürdürülebilirliğinin sağlanması için birim girdi başına daha fazla ürün ya da hizmetin üretilmesi sürecini tanımlar.

Kaynak tüketiminin gezegenin söz konusu kaynağı ve/veya kendisini yenileme potansiyelinin ötesine geçtiği olgusuna dayanan bu kavram,  daha az girdiyle daha çok değer üretilmesini, bu süreçte de doğa ve çevreye verilen zararın tüm yaşam döngüsü boyunca asgari düzeye indirilmesini öngörüyor.

 Kaynak verimliliği kavramı, su, enerji, karbon yoğunluğu vb. kavramlarla ters bir ilinti sergiliyor.

 Su, enerji ve karbon yoğunluğu, üretilen iş ya da değer başına kullanılan su, enerji ya da diğer kaynakların miktarını ifade ediyor.

 Kaynak yoğunluğunda sağlanan düşüş, birim üretim ya da değer başına daha az kaynak kullanıldığı anlamına geliyor.

Dolayısıyla, ulusal, bölgesel ya da işletme ölçeklerinde gerek endüstriyel üretimin sürdürülebilirliğinin sağlanması, gerekse rekabetçiliğin korunabilmesi için kaynak verimliliğini artırmak  karar vericilerin “olmazsa olmaz”ları arasında yer alıyor.

 Bununla beraber, teknolojideki değişim ve gelişim, üretim maliyetlerinde düşüş ve rekabetçilikte artış hedefleri çerçevesindeki adımların kaynak verimliliğini artırabileceği, ancak bu artışın gezegenin sınırlarına ilişkin hedeflerle bir arada ele alınmadığı sürece doğa ve çevreye verilen zararın tüm yaşam döngüsü boyunca asgari düzeye indirilmesi hedefiyle örtüşemeyebileceğinin altını çizmek gerekiyor.

 Su ayak izi, karbon ayak izi, ekolojik ayak izi ve çevresel ayak izi kavramları ise kaynak yoğunluğunu gezegenin sınırları ile bir arada ele alma imkanı sunuyor, kaynak verimliliği üzerine daha net bir gösterge sağlayabiliyorlar.

 Verimliliğin artırılarak kaynak (hammadde, su, enerji vb.) kullanımı ve atık üretiminin azaltılması, üretimden kaynaklanan atıkların geri dönüşüm ve yeniden kullanımı, kaynak kullanımını azaltan yeni malzeme,  ürün ve proseslerin tasarım ve kullanımı ile yenilenebilir enerji, başlıca kaynak verimliliği stratejileri arasında yer alıyorlar.

 Avrupa Birliği’nin “Kaynak Verimliliği Yol Haritası”, kaynak verimliliği hedeflerinin hangi çerçevede ele alınabileceğine dair iyi bir örnek sunuyor.

Doküman, 2050 yılında Avrupa ekonomisinin gezegenin sınırları ve kaynak kısıtlarına uygun bir kulvarda büyümesini, küresel ekonomik dönüşüme katkı yapmasını, bu süreç içerisinde rekabetçiliği ve kapsayıcılığı sağlamasını ve düşük çevresel etkiyle yüksek yaşam standartları sunmasını amaçlıyor.

 Bu strateji dahilinde, döngüsel ekonomi ve endüstriyel simbiyoz gibi yaklaşımlar öne çıkıyor.

 Türkiye’de, 10. Kalkınma Planı’nın altında yer alan Üretimde Verimliliğin Artırılması Programı Eylem Planı4 ile verimlilik algısının geliştirilmesi, üretim süreçlerinin iyileştirilmesi ve sonuç olarak toplam faktör verimliliğinin artırılması, Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı tarafından hazırlanan Verimlilik Stratejisi ve Eylem Planı (2014-2018) altında ise ekonomik büyüme performansının sürdürülebilir kılınması ve yüksek katma değerli, yüksek teknolojili üretime dayalı sanayi yapısına dönüşümün yönlendirilmesi amaçlanıyor.

 Gezegenin sınırları ve kaynak kısıtlarını da dikkate alan üst ölçekli bir kaynak verimliliği stratejisi ise henüz mevcut değil.

 MALZEME AKIŞ ANALİZİ

 

Malzeme akışı sınırları iyi tanımlanmış bir sistemdeki malzemelerin stoklarını veya akışlarını ölçmek için kullanılan analitik bir yöntemdir  ve farklı endüstriyel sektörlerdeki veya ekosistemlerdeki kaynak, malzeme veya ürün akışlarını incelemek için kullanılır.

 MAA, insan etkinliklerinin biyofiziksel yönlerini farklı mekânsal ve zamansal ölçeklerde incelemek için de kullanılır ve endüstriyel, kentsel sosyal metabolizmayı hesaplamak için temel yöntem olarak kabul edilir.

 Örneğin MAA bir ülkenin yıllık tüm malzeme kullanımını hesaplamak ve izlemek gibi büyük ölçeklerde kullanılabilirken, aynı zamanda daha küçük ölçeklerde, örneğin bir atık su arıtma tesisindeki günlük besin akışlarını izlemek için tek bir endüstriyel tesise de uygulanabilir.

MAA, döngüsel ekonomiyi incelemek için önemli bir araçtır ve yaşam döngüsü analizi ve girdi/çıktı analizi gibi yöntemlerle de büyük ölçüde örtüşür.

MAA yöntemi, sürdürülebilir kalkınma programı çerçevesinde önce Eurostat ve Avrupa Birliği tarafından, daha sonra da OECD tarafından kabul edilen bir metodolojidir ve 1990’lı yıllardan itibaren özellikle bölgesel ve ulusal ölçeklerde sıklıkla kullanılıyor.

MAA çalışmaları çoğu zaman belirli bir coğrafi sınır ve zaman çerçevesi içindeki belirli bir malzemenin tüm yaşam döngüsünü (madencilik, üretim, imalat, kullanım, atık işleme) kapsar.

  Örneğin aşağıdaki şekilde, ulusal düzeyde MAA gösteriliyor.

 Ulusal bir ekonomi olarak tanımlanan bu sisteme çeşitli yollardan (ithalat ya da yurtiçi kaynak çıkarımı ile) belli miktarda malzeme girer, yine değişik yollardan (ihracat ya da atık olarak) belli miktarda malzeme çıkar.

 Bu noktada “kütle dengesi ilkesi” (belli bir süre boyunca bir sisteme yapılan tüm malzeme girdileri, aynı döneme ait tüm çıktılara eşit olmalıdır) geçerli olduğundan, girdiler ve çıktılar arasındaki fark sosyoekonomik stoklara net bir eklemeye (ya da duruma göre eksilmeye) dönüşmüştür.

 MAA, bir ekonomi içerisindeki malzeme ve enerji akışını niceliksel olarak ölçerek çevresel sorunların ve insan faaliyetlerinin bağlantısını ortaya koyar ve çevresel sorunlarla ilgili sistem çapında teşhis konulmasına yardımcı olur.

Gerekli önlemleri planlamayı destekler ve bu önlemlerin etkinliğini izlemek için imkân sağlar. 

 ÜÇLÜ BİLANÇO HESABI

 

199 yılında John Elkington tarafından tanıtılan ve işletmelerin mali bilançolarının yanı sıra yarattıkları sosyal ve çevresel fayda ve zararların da bilançolarını tutmalarını tanımlayan yaklaşımdır.

 Yani üçlü bilanço hesabı ile şirketler (ya da devletler ve sivil toplum kuruluşları) ekonomik değerlerini, sosyal sorumluluk derecelerini  ve çevresel etkilerini aynı anda hesaplayabilir ve her hesabın kâr veya zararı gösteren en alt satırında pozitif bir değer oluşması için stratejilerini ve politikalarını gözden geçirebilirler.

 Bu muhasebe yöntemi geleneksel kâr zarar hesabının ötesine geçerek, yatırımların sosyal ve çevresel boyutlarda da artı değer yaratıp yaratmadığı ile ilgilenir.

Bu noktada asıl zor olan bu üç ayrı boyutu ölçmek ve ortak bir ölçüm birimi olmayan bu bilançoları karşılaştırmaktır.

Mali bilançoyu hazırlamak nispeten kolaydır zira şirketlerin kullanmaya aşina olduğu bir ölçüm birimi vardır:

 Para.

 Fakat sosyal ve çevresel boyutlarda aynı şeyi söyleyebilmek mümkün değildir

 Örneğin şirketin faaliyetlerinin toplumsal faydasının çevreye olan olumlu ve olumsuz etkilerinin hesabını tutmak ya çok zor olabilir ya da kimi durumlarda mümkün olmayabilir.

 Bu etkiler doğru hesaplansa bile bilançonun sonunda çıkan net çevresel etki, net toplumsal etki ve net kârı birbiri ile karşılaştırmak ve bütünsel bir toplam etkiyi hesaplamak zor olabilir.

Bu soruya iki değişik cevap veriliyor.

  İlk görüşe göre üç ayrı bilançodaki net etkileri hesaplamak için hem sosyal hem de çevresel etkileri, şirketlerin ölçmekte ve hesaplamakta çok başarılı oldukları parasal birimlere dönüştürmek bir çözüm olabilir.

Böylece hem şirket içinde değişik bilançolar arasında bir karşılaştırma yapmak mümkün olur, hem de şirketler arasında hangi şirketin daha sürdürülebilir politikalar uyguladığını görmek için bir performans karşılaştırması yapabilir.

Fakat her ne kadar parasal değerleme yöntemi bize ortak bir ölçüm birimi verse de, özellikle bu değerleme yöntemleri konusunda çok sayıda teorik ve pratik eleştiri bulunuyor.

Örneğin sulak alanlara ya da nesli tükenmekte olan türlere nasıl bir parasal değer biçilebilir?

 Ya da sosyal etkiyi parayla ölçmek pratik olarak ne derece mümkündür?

 Diğer bir görüş ise üçlü bilanço hesabını bir endeks olarak hesaplamayı önerir.

Eğer şirketlerin üzerinde uzlaştıkları ortak bir endeks oluşturulursa hem uyumsuz birimler sorunu ortadan kaldırılmış olur, hem de işletmeler,

şehirler, kalkınma projeleri ya da üçlü bilanço hesabı yöntemini kullanan diğer kuruluşlar arasında bir performans karşılaştırması yapılabilir.

Örneğin Türkiye’de Borsa İstanbul’un hayata geçirdiği ve şirketlerin çeşitli mali, çevresel ve sosyal kriterlerdeki performanslarının değişik ağırlıklarla bir araya getirildiği BIST Sürdürülebilirlik Endeksi şirketlerin sürdürülebilirlik performanslarını karşılaştıran yeni bir yaklaşım olarak öne çıkıyor.

 YAŞAM DÖNGÜSÜ ANALİZİ

 

YDA yaşam döngüsü analizi ya da Yaşam Döngüsü Değerlendirmesi, bir ürünün veya hizmetin beşikten mezara tüm yaşam döngüsündeki çevresel etkilerini ele alan bir değerlendirme yöntemidir.

Bu yaklaşım için kullanılan diğer bazı isimler Beşikten Mezara Analiz, Ekolojik Dengeleme ve Malzeme Akış Analizidir.

 1990’ların başından bu yana karmaşık karar verme süreçlerinde gittikçe daha yoğun olarak kullanılan bu yöntem, bir ürün ya da hizmet üretiminde kullanılan hammaddelerin temin edilmesinden başlayarak, ilgili tüm üretim, sevkiyat, tüketici tarafından kullanım ve kullanım sonrası atık olarak bertarafı da kapsayan aşamaları yönetmek ve raporlamak için kullanılır.

YDA ile sadece çevresel etkilerin hesaplanması değil, olası iyileştirme faaliyetlerinin etkinliğinin, senaryo analizi ve performans ölçütleri ile karşılaştırma yollarıyla değerlendirilmesi de mümkündür.

 Yaşam Döngüsü Analizi, şekilde görüldüğü gibi, amaç ve kapsam belirlenmesi, envanter analizi ve veri toplanması, etki analizi ve bilgiler ışığında analizlerin yorumlanması gibi aşamalar içerir.

 Bu yaklaşım Uluslararası Standartlar Örgütü (ISO) tarafından belirlenen Sürdürülebilirlik Standartlarından biri olan ISO14040:2006 standardıyla belgelendiriliyor.

 Bu uluslararası standart, YDA analizleri ve yaşam döngüsü envanteri çalışmalarının çerçevesini çizmekle birlikte detaylı biçimde YDA yöntemini veya YDA’nın aşamaları için gerekli yöntemleri tanımlamıyor.

Ekolojik ayak izi, karbon ayak izi ve su ayak izi gibi kavramlar da YDA içerisinden türeyen yaklaşımlardır.

Yaşam Döngüsü Analizi’nin en önemli özelliklerinden biri, üreticilerin tasarımdan atıkların bertaraf edilmesine kadar ürünlerinden kaynaklanan tüm etkilerin sorumluluğunu almalarıdır.

Bu sebeple sürdürülebilir üretim/tüketim yaklaşımlarında önemli bir yer tutar.

 YDA’nın başarılı olabilmesi için kullanılan verinin kalitesi çok önemlidir.

 Bu anlamda analiz için toplanan verinin kesinlik, bütünlük, temsil edebilirlik, uygunluk/tutarlılık ve tekrar edebilirlik boyutları dikkate alınmalıdır.

 Günümüzde Open LCA ve LCA Calculator gibi yazılımlar aracılığıyla bölge, sektör, şirket veya üretim birimi seviyelerinde de yaşam döngüsü analizi yapmak mümkündür.

  DİJİTAL DÖNÜŞÜM   Dijital dönüşüm, toplumsal ve sektörel ihtiyaçlara dijital teknolojilerin entegrasyonuyla çözüm bulmanın ve buna bağ...